İngiliz laîni, “Bu Kur’ân Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe biz onlara gerçek hâkim olamayız” diyerek ümmetin elinden yüce kitâbın hakîkatının alınacağını Müstemlekât Nâzırlarının diliyle Avam Kamarasında i’lân edince, “Bu Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir nûr olduğunu âleme isbât edeceğim!” diye er meydânına atılmıştı. Yerine göre farz-ı kifâye, yerine göre farz-ı ayn olan “cihâd” ibâdetinin “maddî” kısmına 1. Cihan Harbinde bizzât “Milis Yarbayı” rütbesiyle katılıp kâfirlere karşı beş yüz talebesini şehîd vererek kendisi de esîr düştüğü gibi; “ma’nevî” kısmına ise seksen yedi senelik bir ömrü vermişti.
İslâm dîninin “i’tikâd” ve “tasavvuf” sahalarında muhteşem bir “tecdîd” yapan eserleri, insaflı ehl-i ilmin nazarında serapâ “Kur’ân’ın mu’cizesi” olarak güneş gibi parlamaktadır. “Mu’cizât-ı Kur’âniyye” adını taşıyan “25. Söz” isimli bahsi okuyan ehl-i ilmin, Bedîüzzamân Hazretlerindeki gerek “kesbî” ve gerekse “vehbî” ilim karşısında şapka çıkarmaktan başka alternatifleri olamaz.
Şu gökkubbede, ne Mutlakıyet devrinin despotlarına, ne Meşrûtiyet devrinin zâlimlerine, ne de yeni sistemin ceberutlarına boyun eğmemiş bir “erkek ses” bıraktı. Şarkı kasıp kavuran Ermeni Taşnak komitacılarına pabuc bırakmadığı gibi; Askerî Mahkeme Reisi Hurşit Paşa’ya, Hareket Ordusunun mağrur kumandanı Mahmud Şevket Paşa’ya, Rus Orduları Başkumandanı ve Çar’ın dayısı Nikola’ya, İstanbul’u işgâl eden İngiliz mel’ununun kumandanına, jakobenlerin liderine dahi hak ettikleri cevâbı vermekte tereddüd göstermemiş bir “erkek ses” idi.
Kurşunlamalara, zehirlemelere, ihânetlere, hapislere, sürgünlere de beş para ehemmiyet vermeden yüce Kur’ân’ı müdâfaa etmekten vaz geçmedi. Dünyâya eğilecek, dünyâ zevklerini tadacak zamânı hiç olmadı. “Ümmetin îmânını selâmette görürsem gönlüm gül-gülistan olur” diyordu. Dünyâya parmak atan gizli ecnebî zındıka komitesini hedef aldı, son nefesine kadar mücâdelesine devâm etti.
“Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklîde çalışmayınız! Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten [düşmanlıktan] sonra, hangi akıl ile onların sefâhet ve bâtıl efkârlarına ittiba’ edip emniyyet ediyorsunuz?” diye feryâd ediyordu. “Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-i dîniyyede [dînî işlerde] müsâmaha [hoşgörü] veyâ teşebbühle [onlara benzemeye çalışmakla] medenîlere yanaşmayın! Çünkü, aramızdaki dere pek derindir. Doldurup hatt-ı muvâsalayı te’mîn edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihâk edersiniz, veyâ dalâlete düşüp boğulursunuz!” diye haykırıyordu.
Yârın, o İslâm kahramanının ebediyyete intikâl edişinin sene-i devriyesidir. Avrupa’nın bâtıl efkârına ittiba’ ederek onlara emniyyet eden, umûr-i dîniyyede ehl-i kitâba müsâmaha (hoşgörü) ile yanaşan zümrelerin, Müslümanlar içinde de pıtırak gibi zuhûr ettiğini görmeden Rahmân’a kavuştu. İyi ki bugünleri görmedi diye sevinemiyorum; çünkü mechûle kaçırılan kabrinde dahi ıztırâb çektiğinden emînim.
Onun adını kullanıp da ma’nen kefereye iltihâk ederek dalâlette boğulanları görse idi, acabâ o “Eski Said” topuzunu eline almaz mıydı? Onun anıldığı toplantılara elin gâvurlarını konuşmacı olarak da’vet edenler, o müceddid-i muhteremin kemiklerini sızlattıklarını ne zamân bir nebze düşünecekler? “İslâm Birliği” idealini lügatlarından çıkararak kâfirlerle birlik peşinde koşanlar, “İttihâd-ı İslâm” müjdesinin tahakkuk yollarına ömrünü seren o İslâm mücâhidi karşısında yârın Mahşerde ne duruma düşeceklerini akıl etmiyorlar mı?
O, erkek doğdu, erkek yaşadı, erkek öldü! Âlemlerin Rabbine eğilen başını bir an bile zındıkaya eğmedi. Allah ondan ebediyyen râzı olsun. Vaad edilen güzel günler zuhûr edip de bütün Müslümanlar sancak-ı Muhammedî (asm)’ın gölgesi altında kucaklaştığında; diğer Müslüman kavimler nezdinde bu milletin medâr-ı iftihârı, o zâtın bin türlü tazyîk karşısında yılmadan kaleme aldırdığı “Risâle-i Nûr Külliyâtı” isimli Kur’ân tefsîri olacaktır.
Onun mücâdelesini iğdiş edenler, onun kudsî cihâdını salon şovuna çevirenler utansın! İstikbâl inkılâbâtı içinde elbette en yüksek gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır!
Vakit