Bu başlık, kıymetli kardeşim Hasan Karakaya’nın 8 Şubat târîhli yazısında bir ara başlık idi. Orada diyordu ki:
“Çünkü, tabiat, ‘boşluk’ kabûl etmiyor!.. ‘Hoca’lardan boşalan yeri ‘loca’lar…‘Allah’tan boşalan kalbi ‘ilah’lar dolduruyor!.. Ve tabiî, ‘ibâdethâne’lerden boşalan yeri de,‘meyhâne ve kerhâne’ler!..”
Elhâk doğrudur. Siz insanlardaki rûhî ihtiyâcları hîç kále almadan devlet eliyle İslâmı yok etmeye çalışırsanız, netîcede o ortaya çıkan boşluğu birileri illâ dolduracaktır. KKTC’de yaşayan insanların AB’ye girmek için can atmalarına şaşmanın mantığı yok ki! Bu arada Türkiye’nin menfaatleri haleldâr oluyormuş, kimin umurunda! Aynı tercîhle bu ülke karşı karşıya kalsa, zannediyor musunuz ki burada farklı bir netîce çıkacak? Dînden tecerrüd etmiş bir eğitim sisteminin çarklarından başka model çıkar mı sanıyordunuz?
Öyle bir sona geldik ki, sisteme gûyâ muhâlefet edenlerimiz bile nasıl ağlamaları gerektiğini bilmiyor. Kargaları güldürecek metodlarla kendimizi ve ülkemizi kurtarabileceğimizi sanıyoruz. Hasan’ın yazısının çıktığı gün Ayhan Bilgin Bey de şunları yazmıştı:
“Biz her şeyden önce dîni bilme ve yaşamadaki samimiyetimizi, İslâm kimliğini taşımaya lâyık olup olmadığımızı öncelikle kendimize, ailemize, çoluk-çocuğumuza bakarak mertçe cevaplamalı; bizim dinimize, Peygamberimize, Kur’ân’ımıza inanmayan çok tanrılı Batılı keferelere yalvararak, meselâ Paris caddelerinde yürüyerek dinî açıdan herhangi bir hakka ulaşamayacağımızı, demokrasi denilen ne idüğü belirsiz düzenleri içinde, onların vatandaşları olup karartılarını çoğaltsak bile, bize uzun süre müsamaha göstermeyeceklerini artık anlamamız gerekmektedir.”(Vakit)
Şu teşhís kitâbın tam ortasından yapılmış. Siz insânınızı ot gibi yetiştirirseniz, elbette artık nasıl ağlayacağını da bilemez hâle gelecektir. Tıpkı bugün bizim insânımızın arz ettiği levha maalesef budur.
Dünyâyı ele geçiren komiteler, insânları uyuşturan narkozun son dozunu da tükettikleri için, hemen hemen hiç bir ferd ve grup, kendisini nisbet ettiği inancın farkına varamaz duruma gelmiştir. Ne Müslümân Müslümâna, ne dînsiz dînsize benziyor. Her şey biribirine karışmış. Dolayısıyla, basit ve komik hareketlerle insânlara netîce alınacağı telkín ediliyor, kitleler de bu safsataya inanıyor. Bir zamanların meşhûr demagogu, “Sokaklar yürümekle aşınmaz” derken, işte bu muhâliyyeti ifâde ediyormuş, ama biz anlamıyormuşuz.
Parlamentoları çıkış yolu sananlar, tosladıkları ihtilâl duvarı önünde ağlamaya başlayınca uyanıyorlar; fakat kısa bir ınkıtâdan sonra araya hemen yeni gaz vericiler giriyor, kitleleri yine aynı çıkmaz sokağa doğru dolu dizgin sürüklüyor.
Peki çâre? Ayhan Bey mezkûr yazısının sonunda bizim kesime sesleniyor:
“İslâmı hakkıyla öğrenme niyeti içerisine girmek, hulûs-i kalble öğrenmek ve öğrendiklerimizi samimiyetle, cesaretle ve her türlü fedâkârlığı göze alıcı bir şuurla yaşamaktır. Bu noktaya gelindikten sonra da, yeryüzünde dinimizi yasaklamaya kalkanlara karşı ne yapmamız gerektiği kendiliğinden ortaya çıkacaktır.” (agy.)
Bir hakîkat ancak bu kadar vecîz bir şekilde dile getirilebilir. Eline sağlık.
Var mıyız şu formüle uymaya? Yoksa, “Senin aşkınla gönlüm sütlimanlık yâ Rasûlalláh / Kalın geldi fakíre Müslümânlık yâ Rasûlalláh!” mı diyoruz?
Öyle ya, sistemlerin içinde gerine gerine yaşamaya alışmışız, Alláh’ın dîninini fâre gibi kemirerek işimize geldiği gibi yontma san’atında da pişmişiz; nasıl olacak da “samîmiyyet, cesâret ve fedâkârlık” içerisinde dînimizi yaşayacağız? Kolay mı?
İyi de baba erenler! Ayaklarınız kuburda iken canınız nasıl Cennet’te olacak? Var mı öyle bir yol? Canını ve malını gözünü kırpmadan Alláh yolunda sarf eden ecdâdımız enâyi mi idiler?
Gelin, henüz daha canımız tenimizde iken gözümüzü açalım, hep berâber cidden Alláh’ın ipine sarılalım. Kitâb ve Sünnet ölçüleri içerisinde evvelâ “Mü’min ve Müslümân” olalım; bakalım Mevlâ ondan sonra ne gibi kapılar açıyor… Dünyâyı ele geçirmiş keferenin empoze ettiği usûllerle ne dünyâmız kurtulur, ne de âhiretimiz!…
Biz kumda oynamaya devâm ederken, elin gâvuru da kıs kıs gülerek İslâm topraklarını birer-beşer elimizden almaya devâm eder…
Vakit