
Kırk seneye yaklaştı, Şubat ayında Şarka seyahat yapmamıştım. Bir hasta ziyâreti vesilesiyle yollara düştük. Beyaz kefene bürünmüş vatan topraklarını seyrederek gidiyoruz. Otuz beş sene sonra yine bir Şubat sabahı Elâzığ’a vardık. Küçük bir kahvehânede çayımızı yudumlarken bir gazetede Cem Karaca’nın ölüm haberini gördüm.
Ölmeden önce, “Beni alkışlarla değil, tekbirlerle gömün” dediği için olacak, bu sağ görüşlü gazete, habere gereğinden fazla değer vermişti. Allah’ınızı severseniz, koca dünyânın dağlar gibi gündeminin arasında, Toto’nun oğlunun kıymet-i harbiyyesi ne kadar yer tutabilir? Hem de söylediği sözün Ehl-i Sünnet inancına göre doğruluğu nedir?
İnsanımız kendi bünyesinden çıktığı halde sapla samanı biribirine karıştıran o kadar çok dangalakla karşılaşıyor ki, kendi dünyâsına yakın en küçük bir ifâdeye bile dört elle sarılıyor. Bu sefer de inancın ölçüsü bozuluyor. Dînin yasak ettiği şeyler, bu ölçüsüzlük yüzünden meşrû zannediliyor. Evet, ölünün alkışlarla gömülmesi İslâmiyyete göre yanlış bir harekettir; peki tekbirlerle uğurlamak doğru mudur sanki? Müteaddid def’alar şerîat kitâblarından nakletmişiz ki, cenâze musallâdan kaldırıldıktan sonra kabre indirilene kadar yüksek sesle konuşmak haramdır. “Allâhu Ekber” de desen, “Lâ ilâhe illallah” da desen, yüksek sesle söylediğin anda haram işlemiş oluyorsun. Bu bilgiye göre Karaca’nın vasiyetini değerlendirince nasıl olacak?
Muş’a vardığımızda kıymetli dostum Molla Muhammed Özkan yine o ibretli fıkralarından birisini anlattı. İki amca çocuğu bir gün bir öküz çalmışlar, sonra da keserek aralarında paylaşmaya başlamışlar. Paylaşma esnâsında ise aralarında anlaşmazlık çıkmış, kavgaya tutuşmuşlar. Bu arada amcalardan birisi gelmiş ve yeğenine çıkışmış:
“Allah’tan kork, adâletli paylaştır! Hak nav-i Hodey! (Kürtçe, “Hak, Allah’ın adıdır” demektir.)”
Gel de gülme bakalım! Amca bey haktan, adâletten bahsediyor ya; paylaşılan malın “hırsızlık” olduğunu düşünmüyor bile…
Günümüz Müslümanının davranışlarına bakıyor, amca beyin tavrını görüyorsunuz. Hiç kimse söylediği sözün, yaptığı hareketin İslâmiyyete göre hükmünün ne olduğunu bilmediği gibi, düşünmek de istemiyor.
Evet, dîni bünyesinden çıkaran sistemlerin hâkim olduğu topraklarda beşer istediği gibi düşünebilir de, hoplayabilir de, zıplayabilir de. Cenâzesini alkışlarla da götürebilir, bando ile de, keman ile de… Tekbirlerle götürsen yine olur… İyi de, toprağın altına girince de aynı sistem geçerli olmuyor ki! Oranın kánûnları farklıdır. Kitâbda, Sünnette ne yazılı ise, orada ona göre muámele yapılır. İşkembe-i kübrâdan sallanan fetvâlar toprağın altında kişiyi kurtarmaz ki! Vallâ bizim inancımız böyle…
Gerçekten de “Hak nav-i Hodey!” sözü haktır. O Allah ki, koyduğu kánunları kimsenin keyfi için değiştirmez. Huzûruna aldığı kullarını Hak isminin tecelliyâtına göre muámeleye tâbi tutar. Kitâb ve Sünnet’e uyan söz ve fiillerine ayrı, uymayan söz ve fiillerine ise ayrı karşılık verir. Kişinin dünyâdaki makámı, popülaritesi, zenginliği, akreditesi orada sökmüyor. Siz ister cenâzeyi alkışla götürün, ister tekbirle, isterse İslâmın emri üzere sessiz ve vakarla; o şeklin buradaki değerlendirilmesi ile toprak altındaki değerlendirilmesi aynı olmuyor.
Ben mi çok garip oldum, yoksa âlem mi çok garip oldu; hâdiseler karşısındaki tavırlarımız çok farklılaştı. Müslüman kitlelerin alkışlarla karşıladığı bir kısım mes’eleler benim kanımı donduruyor. Senelerce benim îmânıma dahleden insanların tek bir cümle ile kahramanlaştırılmalarını havsalam almıyor. Ömürleri bilinen seyr ile geçmiş kişilerin de ma’lûm Şark kurnazlığı ile bir cümle sarf edip paçayı yırtacaklarını sanmalarına ise gülüp geçmek geliyor içimden. O zaman, bütün ömrünü helâl-haram dâiresi içinde ibâdetle geçiren Müslümanlar inek mi oluyor?
“Hak nav-i Hodey” oğlum! Kaplanlarla Karacalar arasındaki taksîmât toprağın altında yapılır ve hatlar ayrılır. Buradaki şamata ise yapıldığıyla kalır…
Vakit