Müslümânın mukaddes kitâbı Kur’an’dır, muhtevâsı kelâmulláhtır. Okuduğunuz zamân, direkt Allah’la muhátab oluyorsunuz. Hele bir de kelâmın bizzât Mütekellim-i Ezelî’den duyulduğunu düşünelim; insân bir hoş oluyor…
Ádet edinmişim, sabâh namâzında illâ Fîl Sûresini okumaya çalışırım. Beynimi dünyâ telâşelerinden sıyırabildiğim derecede, âyetleri Yaradanımızdan duymaya gayret ederim. Kalbimin kulağını Arş’ın Sáhibine yöneltirim. Lâhûtî ses geliyor: “E lem tera keyfe feale Rabbüke bi-ashâbi’l-fîl? Allah fil sáhiblerine ne yaptı, gördün mü?” Soru bana soruluyor, sorulduğuna göre bilmem lâzım. Düşünüyorum. Yemen’den kalkıp Mekke’ye kadar gelen muhteşem imparator Ebrehe ve o günün en modern zırhlı araçları olan fil sürüsü gözümün önüne geliyor. Karşısında rakíb yok, Mekkeliler korkudan dağlara kaçmışlar, şehir boş. Ordu salına salına yürüyor, Ebrehe mağrûr… Allah’la ne alıp veremedikleri var peki?
“E lem yec’al keydehüm fî tadlîl! Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı?” Soruyu soran Rabbim; onların kötü planları ne ki? İlk insândan beri “Beytulláh-Allah’ın evi” olarak bilinen Ka’be’yi yıkmak; yerine kafasına göre bir ma’bed dikmek! Beşerin gözüne görünmeyen Allah, bu planı nasıl bozdu ki? Bu muhteşem orduya karşı ne yapılabilir?
“Ve ersele aleyhim tayran ebâbil. Onların üstüne ebâbil kuşlarını göndermedi mi?” Mekke’ye yaklaşmış dünyanın dev ordusu, onların üstlerine dağ kırlangiçları gönderilmiş. Akil bundan bir şey anlamıyor. Olsa olsa, üzerlerinde kırlangıçların gölge yaptığı yürüyen ordu manzarası olur. Benim hayâlim daha öteye geçemiyor. Sûre burada bitse, Rabbimizin ne dediğini anlamak mümkün değil, abes bir hikâye kurgusu der geçeriz.
“Termîhim bi-hicâratin min siccîl! Ki o kuşlar, onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atarlardı.” Şimdi hikâye bir ma’nâ kazanıyor. O küçücük kuşlar, ordunun üzerine taş atıyorlarmış. Tercüme, gerçeği ifâde etmiyor; kuşların attığı şey pişmiş taş değil, âteşten taşlar! Gagalarıyla veya pençeleriyle getirdikleri âteşten taşları yukardan ordunun üzerine atıyorlarmış. Müfessirlerin beyanına göre, küçücük âteş parçacıkları yer çekimi kánûnunu dinlemeyerek yukardan kurşun gibi aşağıdaki ordu personelinin kafatasından girip ayak tırnağından çıkıyormuş. Sanki her biri mini birer atom bombası! Rabbimiz son noktayı koyuyor:
“Fecealehüm ke-asfin me’kûl! İşte bu atışlar onları, yenik ekin yaprağı gibi param parça ediverdi.” Bu son âyeti tam kavrayamıyordum. Allah şifâ versin, Hasan Mezarcı hapisten çıktığı zamân, merhûm Metin Balkanlıoğlu hoca, Vakit’ten okuyucum Celil Deryaoğlu beyefendi ve dâmâdı ile Düzce’ye evinde ziyârete gitmiştik. O zamân beyni tıkır tıkır işliyordu. Bu son âyeti bize çok güzel açıklamıştı, unutmuyorum.
Ekin yaprağını kim yer ve yenince ne olur? Hayvân onu dışkı olarak dışarı atar. O koca mağrûr Ebrehe ve ordusu; küçücük dağ kırlangıçlarının attığı âteş taşları sonunda, o vâdide sığır tezekleri gibi yığılıp kalmış! Bu sûre-yi celîleyi Rabbimin Arş’ından dinleyince, bana bunları söylüyor.
Peki, 1400 sene önce yaşanmış bir hâdisenin bizimle ne ilgisi var ki, bu kadar asırdır Rabbimiz bu cümleleri hem de namâzda tekrârlamamızı istiyor? Düşünmeyelim mi?
Beynelmilel Siyonizm şu ân i’tibâriyle bütün dünyâyı her taraftan kuşatma altına aldı mı? Mûsevîlık, İsevilik, Müslümânlıktan tut da en sapık inanç sistemlerine kadar hepsini bozdu mu? Bütün finans ve silâh kapılarını tuttu mu? Medyanın köpürttüğü kayıkçı kavgalarıyla da hepimize canbaza baktırıyor mu? Bütün grupları Gladio’nun adamlarıyla provoke ediyor mu? Eveeeet! Bizim de zerre kadar bunlara mukábele edecek gücümüz var mı? Yooook!
İşte Allah diyor ki: “Ey Müslümân, sen Beni unutma! Benim ebâbillerim gibi çekirgelerim, örümceklerim, karıncalarım, Coronalarım, sularım, kasırgalarım, zelzelelerim, mikroplarım ganî! Hiç ummadıkları zamânda ve ummadıkları yerde ve ummadıkları şekilde tepelerine çökecek ve yine soracağım: ‘E lem yec’al keydehüm fî tadlîl! Onların kötü planlarını boşa çıkarmadım mı?’ ”
Mustafa Kaplan kendi karîhasından konuşmuyor. Siyonizmin yavrularına, Gladio’nun kriptolarına efelenirken, işte bu âyete dayanıyor; onun için hiçbirinizden pervâ etmiyor. İnşâallah, uzak olmayan bir zamân diliminde sığır tezeği gibi dizildiğiniz gün, bu fakír şükür secdesine kapanacak ve bir daha bütün yüreğiyle okuyacak: “Fecealehüm ke-asfin me’kûl! İşte bu atışlar onları, yenik ekin yaprağı gibi param parça ediverdi.”
O zamân siz, o tezeğin içinde olacaksınız! Ben sabırlı adamım, neticeyi beklerim. Tezeğe giden yollarınız ap açık olsun!