Gençlerin ümitle, ihtiyârların da hâtıralar ile yaşadığı söylenir ki, yanlış sayılmaz. Biz de altmışa geldiğimize göre, elbette mâzîdeki hâtıralarımız bizim için ehemmiyyetlidir. Lâkin, hayâtın acı gerçekleri merhametsiz makaslarıyla o güzel manzaraları kesiyor, parçalıyor, çirkinleştiriyor. İnsan da ister istemez bu fânî dünyâdan bâkí bir âleme yüzünü çeviriyor. Yoksa başka türlü ölüme gülerek gidilebilir miydi!..
Yirmi yaşında genç bir delikanlı idim. Amasya, Çorum, Samsun ve Tokat dışına çıkmamıştım. Öğretmen okulunu bitirmiş ve Mardin’e ta’yîn olmuştum. Orta Karadeniz bölgesi dışına ilk olarak çıkacaktım. Ömerli ilçesinin Çimenlik Köyünde hayât merdiveninin ilk mühim basamağına adım atmış oluyordum.
Orada geçirdiğim iki seneyi unutmam mümkün değildir. Tecrübesiz bir genç olarak adım attığım Çimenlik’ten askere gitmek için ayrılırken, geride bir sürü dost ve tatlı hâtıra bırakmıştım. Hâlâ onları unutamıyorum. 1974’te tekrâr ziyârete gitmiştim. Gazeteciliğe başladıktan sonra ise önce 1985’te sonra da 1987’de uğramıştım. Son gidişimde, bölgenin nâzik durumundan dolayı Çimenlik’i bir kara bulutun basmakta olduğunu görmüştüm. Köyün girişinde asker kontrolü vardı, benim okulum ise onların karargâhı olarak kullanılıyordu. Bir dokunup bin âh işitmiştim kâse-i fağfurdan ve dönüşte de Yeni Asya’da onları yazmıştım.
Daha da gidemedim. Dostlardan, köyün hâlinin hiç de güzel olmadığını zamân zamân duyuyordum. Bu Ağustos ortasında Hacı Mustafa ve Hacı Tahir Aka kardeşlerle yolumuz Batman’dan Mardin’e düşünce, direksiyonu Çimenlik’e kırdık. Yolda eşekle odun taşıyan bir köylüyü durdurup sorduk, Çimenlik Muhtarı Kemalo’dan bahsetti. 1968’de bir talebem vardı, o sandım, sevindim.
Köye girdiğimizde beni bir sukút-ı hayâl karşıladı. Bir hayâlet manzarası içimi burktu. O taştan evler, bir zamanlar cıvıl cıvıl insanlarla dolu olan evler cidden “taş” kesilmişlerdi. Bir ölüm sessizliği hâkimdi.
Köyün meşhûr kuyusuna doğru arabayı sokmak istedik, yol müsâit değildi. Geri geri çıkarken uzun boylu bir ihtiyâr gözüktü. Muhtar Kemalo imiş, ama benim Kemalo’m değildi. Ben orada iken bu Beyrut’ta imiş, ondan dolayı tanıyamadım. Sağolsun, bizi bırakmadı, evine -içinde canlı olan yedi evden birisine- çıkardı, kahvaltı hazırlattı.
Yaklaşık on beş sene önce köyün üniformalı me’mûrlarca sarıldığını, eğer köyü terk etmezlerse hepsinin ölebileceğinin tebliğ edildiğini, cankurtaran simidi sanılan kaymakamın ise yüzünü ekşiterek aynı tebliği tekrârladığını, herkesin bir kış günü -tıpkı Rusların Ahıska Türklerine ve Kırım Tatarlarına yaptıklarına benzer bir tarzda- vatanlarını terk etmek zorunda kaldığını, ellerinde ve avuçlarında olanları öldü pahasına satarak her birisinin bir tarafa dağıldığını, dört-beş sene önce ise sâdece yedi âilenin köye döndüğünü öğreniyoruz…
İçim daralıyor, daralıyor, çıkış yolu bulamıyor…
Ben sosyolog değilim, hâdisenin tahlîlini de yapmak istemiyorum. Elbette bir mahkeme-i kübrâ vardır, bu işe sebeb olan herkes yaptığının karşılığını görecektir. Ama, ben hâtıralarımı geri istiyorum! Cıvıl cıvıl Çimenlik’imi istiyorum. Kuyusunun başında su içtiğim, câmisinde namâz kıldığım, düzlük yerlerinde top koşturduğum, bağlarında üzüm yediğim, evlerinde dostlarla sohbet ettiğim Çimenlik’i istiyorum. Burgulun üzeri goşt-e bızzınle bezenmiş mütevâzı’ sofraları geri istiyorum!
Efendiler! Ey ülkeyi idâre etmek için para alanlar! Eserinizle öğünebilirsiniz!..
Eğer gerçekten Cehennem olmasaydı, içimin alevine hâkim olmam mümkün değildi. Ben de Bedîüzzamân Hazretleri gibi, “Zâlimler için yaşasın Cehennem!” diye haykırıyorum.
O günkü muhtarımız ve âhiret kardeşim Ali Araz, babası ve beni namaza ilk teşvîk eden Şehmuz dayı, yatsılarda Tebâreke sûresini tatlı şîvesiyle okuyan Hacı Şehmuz, Abdülmecid ve kardeşi talebem Süleyman Çetinkaya, daha birçok eski dost artık gerçek âlemdeler. Suskun ve hayâlet Çimenlik evleri gibi onların hâtıraları da içimi yakıyor…
Eserinizle öğünebilirsiniz beyler! Aynı manzaranın, “men dakka duka” káidesi ile sizin de başınıza geleceğini düşünebiliyor musunuz?
Vakit