Sitenin o gün seçtiği yazılar arasında onunkisi dikkatimi çekti. Çünkü, “Allah hangi baş bağlama yöntemini emrediyor?” (Haber 7, 16.06.07) başlığını kullanmıştı. Titizlikle okudum…
Sebebini bilemiyorum, ama dünyâ ve âhiret görüşlerimiz hiç tutmayan ba’zı aydınlara karşı son yıllarda daha müsâmahâkâr olmak içimden geliyor. Onlardan birisi de bu okuduğum yazının sâhibi Zülfü Livaneli. Henüz üzerimde gençliğin hükmettiği yıllarda kendisini az hırpalamamıştım; lâkin şimdi kategorisi değişti.
Başörtüsünü çenenin altından bağlama ile bağlamama şekli arasında bir hâdise naklettikten sonra, “Ben kâinatın yaratıcısının, Eskişehirli bir diş hekimi hanımın çenesinin altındaki fiyongu mesele edeceği ve günâh sayacağı kanısında değilim.Bence bu artık uhrevî değil, dünyevî bir iş” demiş. Ve başlamış akıl yürütmeye:
“İster misiniz başını geleneksel biçimde örten nenelerimiz şimdi Cehennem’de cayır cayır yanıyor olsun! Acaba sorgu suâl melekleri Münkir-Nekir onlara, ‘Bu örtüyü niye başınızın altından bağladınız da arkaya doğru sarıp sarmaladınız’ diye sormuş mudur? İşte bu durumu düşününce kahr oluyorum. Paris’in rengârenk eşarplarını hiç bilmeyen, sâde bir örtüyle başlarını örtüp çene altından bağlamış olan büyükannelerimizin durumu beni çok endişelendiriyor. Acabâ hepsi günâhkâr mıydı? Ne yazık ki, hacca giden hâkim dedem de fark edememişti durumu.”
Yazının genel havasını önce iyimser bir bakışla ele aldım; Livaneli’yi, gerçekten dînimizin bu mes’eledeki emrini öğrenmek istiyor kabûl ettim. Bağlama şekli ne olursa olsun, inanmış kadınların, başörtüsü ve ev kıyâfetleri ile evlerinden dışarı çıkmaları zâten yasaktır. Tahşiye Yayınlarında çıkan “Tesettür Risâlesi ve Şerhi” isimli eseri okursa, kitâbın arka kapağında yer alan şu ifâdeyi Livaneli görecektir:
“Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, ‘Tesettür Risâlesi’ adlı eserinde; bin üç yüz elli sene zarfında her asırda üç yüz elli milyon insanın ictimâî hayâtında kudsî bir düstûr olarak yer alan ve üç yüz elli bin tefsîrin tasdîk ve ittifâklarına ve geçmiş ecdâdımızın i’tikád ve uygulamalarına istinâd eden tesettür-i şer’înin ancak ‘çarşaf’ olduğunu îzâh ve kadınların baştan ayağa kadar yüz ve eller dâhil olmak üzere cilbâb (çarşaf)’la örtünmelerinin Kur’ân’ın kesin emri olduğunu; manto ve başörtüsünün ise tesettür-i şer’î olmadığını ve bu husûsta böyle bir ruhsatın bulunmadığını isbât etmiştir.”
Eğer Livaneli gerçekten samîmî ise; bu eserdeki yüzlerce İslâmî kaynağa da bakarak, Müslüman kadınların evlerinden ancak çarşafla çıkabileceğini görür. Dolayısıyla, başını hangi şekilde örterse örtsün, o örtü ile dışarı çıkmasının “dînî bir şekil” sayılamayacağını anlar. İşte bu tür çekişmelerin, “uhrevî değil, dünyevî” olduğunu söyleyebilir.
Livaneli eğer, aklı sıra ince mîzâh ile mes’eleye yaklaşıyorsa; dînî mes’elelerin saz çalmaya benzemeyeceğini bilmesi gerekir. Eğer bir Müslüman, verilen emrin aksine hareket ediyorsa; elbette Münker ve Nekir kabirde onun burnundan getirir; mahşerde ise bizzât o emri veren Zât sorguya çeker! Ananın yaptığı, ninenin yaptığı değil; Kitâb ve Sünnette yazılı olan ölçüdür! Dünyevî kánûnlar herkesi bağlıyor da, Allah kánûnlarının bağlayıcılığı yok mudur?
Livaneli gibi zekî bir aydın kişinin, ortaya delîl olarak “hâkim dedesinin hacca gitmesi”ni ileri sürmesi de, tam Cem Yılmaz’lık bir şov unsuru olmaya namzettir.
Livaneli birâderim, dînî mes’elelerde söz söylemek; Teodorakis’le, Faranduri ile şarkı söylemeye ve Deniz Baykal’la politika yapmaya benzemez. Bu sahada ne senin ninelerinin örtünüş şekli, ne de hâkim dedenin hacca gidişi geçer akçedir. Burada ancak “edille-i erbaa” dediğimiz İslâm dîninin dört kat’î delîl sistemiyle konuşabilirsiniz.
Bilirsin, eskiden olsaydı, şu dengesiz cümlelerin sebebiyle iyi dalga geçerdim. Belki akl edersin diye artık yumuşak konuşuyorum. Umarım yanlış üslûb seçmemişimdir…
Vakit