Bizim gençliğimizde Halit Arapoğlu idi yanılmıyorsam, bu Barak havasını yanık yanık seslendirirdi: “Kalk gidelim de bu el bize yaramaz!” Şimdilerde ise hemen herkesin dilinde bu söz var. Yurt içinde de, yurt dışında da bu endişe havasını görüyorum. Kitlelerde dillendirilemeyen bir tedirginlik seziliyor.
Çanakkale’den sıhrî hemşehrim Osman Mertoğlu ağabeyimizin torunu, kısa devre bir yüksek okul tecrübesi kazanmak için, tam ben yeni varmışken Almanya’ya gelmişti. Erfurt civârında, eski Doğu Almanya sınırlarına düşen bir kasabada imiş. Berlin’e gideceğimiz zamân yolumuzu Kassel üzerinden geçirerek Schmalkalden’e vardık.
Ortasından çay geçen şirin bir yerleşim merkezi. Yasin bizi görünce, sanki dünyâlar onun olmuştu. Koca Almanya’da TC vatandaşlarının hemen hemen hiç olmadığı bir yere gelmişti. Kasabada bir Kürt lokantası varmış, biz de oraya gittik.
Diyarbakır Çermik’ten Hanefi de bizi görünce şaşırdı. Dönerden almak istedik, “Abi, o size yaramaz!” dedi. Kızarmış patatesleri de tavsiye etmedi. Hemen bize piza yaptı, çay demledi, namâz kılmak için içeride bir de karton serdi. Üstelik hizmetlerinden para da almadı. Uzun mâcerâlardan sonra buraya gelmiş, bir Almanla evlenmiş, kalmış; ama hiç de memnûn değil. Boşanmak için bekliyormuş. “Bunların hiçbir şeyi bize yaramaz!” dedi.
Yasin Ağustos’da dönecekti, fakat Çermik’li Hanefi’nin işi biraz zor gözüküyordu. Güçlü bir devlet eli oralarda gözükmüyordu ki, sayıları gittikçe fazlalaşan gayrimemnûn vatan evlâdlarına sâhib çıka!..
Kopenhag’daki “İstanbul Döner” işleticisi Cihanbeyli Kürtlerinden bahsetmiştim. Ertesi gün de Norveç’in başşehri Oslo’da bir lokanta ve mescid ararken tipi dikkatimi çeken bir esmer delikanlıya selâm verdim, çok şaşırdı. Meğer Kerkük Türkmenlerinden imiş. Bize orada da bir “İstanbul lokantası” ta’rîf etti. Uzunca bir yürüyüşle bulduk, burada da karşımıza Cihanbeyli Kürtleri çıktı. Bizim insanımız, binlerce kilometre ötede ayakta kalma mücâdelesi veriyor; ama arkası sağlam değil!..
Bir gün sonra da İsveç’in başşehri Stockholm’den çıkarak sâhil boyu bütün Baltık Denizi’ni harmanlayıp Finlandiya’ya geçecektik. Yerli adı “Svering” olan İsveç’in sınır kasabası Haparanda’da kar ve buzlar içerisinde otel aradık, gece yarısını geçmişken bizi yerli adı “Suomi” olan Finlandiya’nın Tornio şehrine yönlendirdiler. İki şehri ve tabiî iki ülkeyi bir nehir ayırıyor, her taraf kar ve buz. 14 Nisan’a ayak basmışız, neyse ki yatacak bir yer bulduk.
Ertesi gün Helsinki’ye yönelmişiz, “Suomi”nin tam orta yerinde, yol kenârında “Fırat Piza” levhasını heyecanla fark ediyoruz. Üç gölün birleştiği bir noktada “Pihtipudas” isimli büyücek bir köydeyiz. Aydın Germencik’li Yılmaz ve Antep Islahiye’li Mustafa bizi şaşkın şaşkın karşılıyorlar. Onlar da gözlerine inanamıyor, biz de.
Çermik’li Hanefi usta gibi, bunlar da bize döneri tavsiye etmediler. Bunlar da hemen koca koca pizaları fırına attılar, çayımızı demlediler, namâz kılmamız için de içeride yer ayarladılar. Üstelik bunlar da bizden para almadılar. İçimden hep, “Bizimkiler, bizimkiler!” diyorum. Arkasını dayayacak bir güç bulsalar, yapamayacakları şey yok; lâkin illâ arkam, illâ arkam!..
Henüz buraya geleli on gün olmuş, dükkânın levhasını da “Antalya Kebap” olarak değiştireceklermiş. Döndükten sonra Mustafa ustayı aradım, memnûn oldu, yeni levhayı taktıklarını söyledi. Mustafa Kurt da “Kurmanc” idi. Gözünü sevdiğimin vatanı, ah bir de sâhibi olsa…
Arapoğlu’nun Barak havası daha çok dillerde ve daha sık terennüme başlandı sanıyorum. Tuzu kuru bir avuçun dışında buradakiler aynı telden çalıyor, dışarıda sâhibsiz kalmış garîb Anadolu çocukları haydi haydi aynı telden çalıyor. Gittikçe dengesi bozulan Avrupa, artık eskisi gibi huzur veremiyor. İnsanımız ise ne yapacağını kestiremiyor. Ah buradakilere bir güvenebilseler!..
Biz de, “Bize yarayacak ele gidelim!” diyeceğiz de, nerede o Kızıl elma?
Vakit