Haber başlığı aynen böyle olunca, ilgimi çekti. “Dündar” kelimesi otomatik olarak aklıma “Can Dündar” ismini getirdi, “Aksu” kelimesi ise “Sezen Aksu”yu. Operatör arkadaş doğrusu iyi bir başlık yakalamış, ister istemez eliniz haberi okumaya sizi sevk ediyor. Ben de öyle yaptım, ama küçük bir şaşkınlık yaşamaya mecbûr kaldım.
Canlı fotoğrafta yanak yanağa olanların birisini doğru tahmîn etmişim de, Aksu’da yanılmışım. Can Dündar’ı bağrına basarcasına kucaklayarak yanağını yanağına yapıştıran ve içinin bütün samîmiyyetini yüzündeki sevecen ifâdeye aksettiren Aksu, “Sezen” değildi. Ülkenin tecrübeli politikacılarından ve gedikli İçişleri Bakanımız Abdülkadir Aksu idi.
Bu poz, Aksu’nun beni üçüncü yanıltışı oldu. En güzel yanılma da bu oldu. Bir Dâhiliye Nâzırının bir basın mensûbuna bu içten sarılışı, umarım bütün bürokratlara güzel bir örnek teşkîl eder.
İkinci yanılışım gerçi üzerimde biraz soğuk duş te’sîri yapmıştıysa da, üçüncü yanılışımda kabahat benim bilgi noksanlığımdaydı. Çünkü, ben kendilerini Diyarbakır’lı bir Kürt âilesinden biliyordum, oysa Selânik muhâciri muhâfazakâr bir âilenin mensûbu olduğunu öğrenmiştim. Önünde ikbâl yollarının açılması için gerekli bilgi ve tecrübe donanımı zâten sayın Aksu’da bulunduğu için, sâdece bilgi tâzelemiş oldum.
RTDK (Radyo Televizyon Gazetecileri Derneği)’nin geleneksel “29. Radyo-Televizyon Oskarları” ödüllerinden “Haber-Tartışma Programı” dalında olanına Can Dündar lâyık görülmüş. Dündar’a ödülü Aksu tarafından verilirken işte o muhteşem görüntü yakalanmış. Haberin başlığı, 23 Şubat 07 târihli İnternethaber sitesine âitti.
Aksu, “Gazetecilik zor meslek. Bu zor mesleği îfâ ederken bir de ödül alan arkadaşlarımı tebrik ediyorum” derken, Dündar da, “Güvenliğe en çok ihtiyâc duyduğumuz bu günlerde İçişleri Bakanı’ndan bu ödülü almak beni heyecanlandırıyor” diye mukábele etmiş.
Bu duygulu konuşmalar ister istemez hayâlimi on yedi sene öncesine götürdü…
O günlerde biz sayın Aksu’ya göre “zor meslek” olan gazeteciliğin aktif içindeyiz, o da yine İçişleri Bakanı. Mâzînin hoş olmayan tablolarını beyne gömmek lâzım ya, yârının târihçilerine belki malzeme olur endişesi ile hatırlamak gerekiyor işte…
Çalıştığım cemâat gazetesinde büyük bir iç kriz yaşanıyordu. Müessese içinde meydana gelen hizip kavgası son raddesine varmıştı. Gazetenin kâğıt üzerinde sâhibi gözüken cemâatin büyük ekseriyeti bizimle berâber düşünüyor; fakat mal varlıkları, yine kâğıt üzerinde kalması şartıyla kendilerine verilen diğer hizbin adına gözüküyordu. Cemâat, kendisine âit olan malın tapularını istiyor, sözde sâhibler ise resmiyyete dayanarak ayak sürüyorlardı.
3 Ocak 1990 günü çalışmak üzere gazete binâsına vardığımızda, kapıların polisler tarafından tutulduğunu gördük. İçeriye alınmıyorduk. Dışarıda lapa lapa kar yağıyor, biz donuyorduk; fazîletli ağabey ve kardeşlerimiz ise polislerin sâyesinde kaloriferlerin yanında kebâb yaparak bizi seyrediyorlardı… “Kardeşlik” sizlere ömür! Biz “çalışan” olmuştuk ve “patron” olan büyüklerimiz de işlerimize son vermişlerdi!.. Soros ekibinden de değildik ki!..
Teferruâta girmeyi nezâkete aykırı buluyorum. Ama, bizim için cidden “çok acı” bir kış manzarası olan o 3 Ocak gününü unutmamıza da imkân yok. Asıl acı ve şaşırtıcı olan noktayı ise yıllar sonra hac vazîfesine gittiğimde duyduğum sözlerle öğrendim. Kendi samîmiyyetim kadar samîmiyetine inandığım bir kardeşimiz, o günlerde kutsal topraklarda yaşayan eski bir büyüğümüzün (!) bir gün telefona sarılarak İçişleri Bakanı ile görüştüğünü, polis göndererek bizi gazete binâsından attırmasını ricâ ettiğini utanarak bana anlattı.
Ne yapalım, sayın Aksu’nun da belirttiği gibi, gazetecilik “zor meslek” dostum. Keşke o günlerde Can Dündar’la yanak yanağa verecek kadar basın dostu bir İçişleri Bakanımız olsaydı da, bizi polis zoruyla çalıştığımız mekândan kapı dışarı edecek olanların karşısına dikilebilseydi!
Ödül törenin arkasından da’vetlilere kokteyl de verilmiş. Böyle basın dostu bir Dâhiliye Nâzırına elbette helâl olsun…
Vakit