
Ümmü’l-Mü’minîn Âişe-i Sıddika (r.anha), Rasûlullah (sav) Efendimiz Hazretlerinin şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: “Her kim bizim bu işimizin (yâni dinimizin) içine ondan olmayan bir şeyi yeniden sokarsa (o yaptığı iş) merdûddur, başına çalınır.” (Buhârî ve Müslim)
Bir başka hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmuştur: “Benden sonra yaşayanlar, pek çok ihtilâf ve herc ü merc görecekler. Size sünnetimi ve doğruya götüren râşid halifelerin yolunu, sünnetini tavsiye ederim. Siz ona sımsıkı sarılın. Dişlerinizle sımsıkı tutunun sünnetime ve râşid halifelerin sünnetine. Sakının; sonradan çıkma işlerden sakının! Çünkü, her sonradan çıkma ‘bid’at’, her bid’at da ‘dalâlet’tir.”
İbn-i Mâce’nin naklettiği şu hadîs ise, bid’at işleyeni bekleyen tehlikeyi haber veriyor:
“Allahü Teâlâ, bid’at ehlinin orucunu, haccını, umresini, cihâdını, adâletini kabûl etmez.”
İmâm-ı Rabbânî (ra) de diyor ki: “Bid’at ehline Rasûlullah la’net edip; ‘Allahu Teâlâ’nın, meleklerin ve bütün insanların la’neti üzerine olsun’ buyurdular. Bid’at ehliyle arkadaşlığın zarârı, kâfirle arkadaşlığın zarârından çoktur. Bid’at sâhibine buğz ile ondan yüz çevirenin kalbini, Allahu Teâlâ emniyet ve güven ile doldurur.”
Rivâyete göre; Abdullah b. Mübârek, vefâtından sonra rüyâda görülür ve “Rabbin sana nasıl muamele yaptı?” diye sorulur. O da, “Bir gün Ehl-i Sünnet dışındaki bir bid’at ehline güler yüzle baktığım için Allahu Teâlâ bana sitem ederek beni otuz sene tutukladı ve ‘Sen Benim dînimin düşmanına niye düşmanlık etmedin?’ buyurdu” diye cevâb verir.
Bu rivâyet mübâlağa sanılmamalıdır; çünkü Allah Rasûlü (sav) Efendimiz buyuruyorlar ki: “Bid’at sâhibi olanlara hürmet eden, dirilerini ve ölülerini medheden, bunları büyük bilen; dîn-i İslâm’ı yıkmaya, dünyadan kaldırmaya yardım etmiş olur.”
Dînin aslında olmadığı hâlde sonradan dînin içine sokulan bu bid’atlara tarafdâr olmak ma’nen bu kadar tehlikeli olursa; ya bile bile bid’aları îcâd etmenin uhrevî faturası nedir?
Sözümüzün havada kalmaması için bir müşahhas misâl üzerinde konuşalım. Mâzîdeki İslâm devletlerinde yaşanmış hayâtlar da şâhiddir ki; yemeklerde, ziyâfetlerde, dershânelerde haremlik-selâmlık yapmadan kadın-erkek berâber oturulması bid’attır. Pâdişâh saraylarındaki “Harem” bölgesi neyin ifâdesi idi? Geçen asrın başına kadar Osmanlı konaklarında “haremlik-selâmlık” yok muydu?
Dış baskılara ma’rûz kalan devletlerin “zarûret-i zamâniyye, ilcâat-ı zamân” olarak bu tür bid’atlara serbestiyet vermesi, kendisini Müslüman kabûl eden şahıslar için fetvâ olabilir mi? Bilhassa kur’an talebeleri ve meşâyih, buna dîn nâmına tarafdâr olamaz ve olmamalıdırlar.
Bu fitne-i Âhirzamânda ise, bütün bid’atlar üstelik de “din nâmına” işlenmektedir. “Küllü bid’atün dalâletün ve küllü dalâletün fi’n-nâr”(Bütün bid’atlar dalâlettir ve bütün dalâletler de Cehennem’dedir) hadîs-i şerîfi herkesi ürpertmeli değil midir? Ateşe doğru bu ne cür’et ve cesârettir? Câhillerin bu davranışlarını cehâletlerine vereceğiz ya, ya mürekkep yalamışların hâllerine ne diyelim?
Şahısları nâmına bu bid’atlara girenler, “günâh” işlemiş olarak huzûr-i İlâhîye varırlar ve netîcesine katlanırlar; ama bunlara “din nâmına” tarafdâr olan ve o bid’atları “din nâmına” işleyenlerin amelleri sâdece “günâh” sınırında kalır mı? Ehl-i Sünnet akáidine göre, böyle bir hareket, insanın inancını tehlikeye sokmaz mı?
Herkesin kapısını bekleyen ölüm gibi bir haberci varken, sırf geçici dünyâ hayâtı için âhiret yurdunu harâb edici bid’alara “din nâmına” girmenin veyâ tarafdâr olmanın nasıl bir âkıbet hazırladığını hatırlatmakta fayda var sanırım.
Vakit