Rabbimin Kur’an’ından, Resûlü’nün haberlerinden, anladığım o ki; “her asırda bir gül’i Muhammedî (asm) açar, râyihâya hasret kalmış gönülleri yedi iklime yetecek has kokusu ile doyurur.” Lâkin, mayıs böceğinin gülle ne işi olabilir? Âlem gülle dolsa, onun işi illâ başkadır… “Her asır, ya bir peygamberin, ya bir velinin taht’ı riyasetinde barınır…” Nübüvvet bağının mührü vurulduğundan beri, o mühr-i nübüvvetin taze meyveleri asır ağaçlarının başında arz-ı endâm ediyor: Kimisi Ömer b. Abdülaziz (ra) gibi ikindi güneşine benziyor, kimisi Hz. Mevlânâ (ra) gibi son nefese kadar gizli kalıyor, kimisi de Bâzü’l-eşheb Şâh-ı Geylâni (ra) gibi maddenin şahlarına nefes aldırmıyor.
Ya bu felaket ve helâket asrı? Son mümessil, izn’i İlâhi ile esrâr ummanından ruhuna massettirdiği kudsi hakikatten, izin verilen kadarını vitrinlemiş. Nerede o göz ki, eserin penceresinden o ummana hasr-ı nazar ede de, gözünün ayağına zerre su değmeye! Mücevher terazisinden habersiz inşaat kalfasının kaç tonajlık kantarlarda altın-gümüş tartmaya kalkması komik değil midir? “Ey posa hamalı!” Sen küfeni yüklen, maden cevherinden soyulmuş külleri taşımaya ta’lim et! Nene gerek la’l ü mercan? Âlem boşaldı mı? Merkezi santral kapandı mı? Beşeriyet şimdi “Makber” mi çekiyor; “Her yer karanlık” mı? A gaflet uykusuyla gözleri şişmiş şaşkın! Becerebiliyorsan kör gözlerini aralayıver de, ıssız bir dağ başında secdeye varmış kalbe damlayan her tane feyiz yağmurunun dahi “tek“ merkezden aktığını görmeye çalış!
Asır “Boş” olsa, kepengin inmesi gerekmez mi? Müşterisiz dükkanı kim neylesin? Madem paydos davulu çalmamış, tezgahta kimin oturduğuna dikkat etsene! Yoksa, zaten mal sahipsiz diyerek hırsızlıktan lezzet mi alıyorsun? Bileklerin sağlam mı? “Fakdaû eydiyehümâ” nidasını duymuyor musun? Bu asır gülzârı gülsüz olur mu? Bu bahçenin son turfandası öyle bir gül’i Muhammedî (sav) vasfıyla haber verilmiş ki, Süfyan ve Deccal’in vurgunuyla sarsılarak kepenkleri inmiş kalp çeşmelerinin kör tıpalarını eritecek bir râyiha neşredecekmiş!
Dumanlı havayı cadıların yaşadığı uzak tepelere sürgün edecek, Kur’an güneşinin bahçelerdeki buzları eriterek kurumuş köklere âb-ı hayat sunmasına yol açacakmış! Bilumum yarasalar, baykuşlar ürkerek izbe inlerine kaçacaklarmış! İşte ben o gülün meftunuyum. O kokunun hayranıyım. Buram buram Kur’an kokan, burcu burcu sünnet neşreden, Ehl’i Sünnet bağının bütün çiçeklerini harman etmiş bir râyiha burnuma geliyor. Bu asrın gülünü arıyorum. Biliyorum, santral çalışıyor. Arş’tan bağını koparmamış gönüllere nûr gelmeye devam ediyor çünkü; o halde tezgâhta biri var!
Teknoloji harikası sahte çiçekler, isteyenin olsun. Ben onların cazib, ama ruhsuz renkleriyle meşgul değilim. Gübre kokusunu laboratuvar oyunlarıyla misk ü amber diye sunan sahtekârların sihirleri de başlarında paralansın: Bütün beşeriyetin tek meydanda toplanacağı gün bu asrın zavallı mecruhlarına kol-kanat gerecek o gülü arıyorum: “…Madem gülzâr var“, o halde o gül de var, ama nerede? Hangi dağın buzulları arasında gizli, hangi sahranın kum tepeleri arkasında gözlerden nihan, hangi vahânın kuyusu başında yalnız kalmış, hangi şehrin keşmekeşi içinde kaybolmuş bir parkta boynu bükük duruyor? Cedd-i emcedinden miras olan güzel kokunu biliyorum senin. Burnum beni aldatmıyor, ruhum gaflet gömleğinden başını çıkarmaya çalışıyor. Ey bu asrın nadide gülü! Bâd-ı sabâ senden haber veriyor, seher vakti senin kokun bizim ruh iklimine de uğruyor. Sana selâm olsun! Âlemlere rahmet olan ceddinin aşkına, bu günahkâr biçâreyi güzel kokundan mahrum etme! Evet, bû-yi mübârekin ölü kalbime âb-ı hayat olmazsa, eğer senin kokundan mahrum olarak hayat kepenklerim kapanırsa, benden daha bedbaht kim olabilir?
Vakit