
Allah affetsin, eskiden boy fotoğrafı çektirmenin haram olmadığını bilmezken bir hayli günâh depolamıştık. Geçenlerde bizim hâtun kişi onları karıştırırken, bir fotoğrafa iliştirilmiş küçük bir kâğıt parçası görmüş. Üzerindeki üç kelimeye ma‘nâ veremediği için bana saklamış. Şark seyahatimden dönünce gösterdi. On dört-on beş sene öncesine gittim. O yıllar bizim en hızlı yıllarımızdı. Yeni Nesil ve Yeni Asya yıllarında yaman bir kalem cengâveri idim. Gençliğin de te’siriyle gözüm hiçbir şeyi görmüyordu. Önüme gelen hedefe gözüm kapalı yükleniyordum. Köşe yazılarının dışında bir de konferans furyası başlamıştı, Anadolu’yu harmanlıyordum. Konuşacağım meselelerle ilgili küçük notlar alıyordum, bu kâğıt parçası da o günlerden kalma idi.
Kâğıtta, “Aman sus! Hz.İbrâhim!” yazıyordu. Ankara’da vereceğim konferansta rejimin vatandaşlarını nasıl susmaya mecbûr ettiğini anlatmak için bâzı misâller düşünmüştüm, bu küçük not da o misâllerden birisinin parolası idi.
Sene herhalde 1989 veyâ 1990 olacak, Ankara’da bir yer ayarlanmıştı. Hikmet-i İlâhî, konferans için tutulan salonun adı “Sus” idi, ben de susmak – susturulmak üzerine konuşacaktım. Bu kadar lâtîf bir tevâfuk olabilirdi. Hz. İbrâhim aleyhisselâmın kıssası ile söze başlamıştım.
Hz. Halîlullah (as) henüz çocukken anasına soruyor, “Anneciğim, beni kim yarattı?” diyor. Annesi de, “Ben yavrucuğum!” diye cevaplıyor. “Seni kim yarattı?” sorusuna da, “Baban” cevâbını veriyor. “Babamı kim yarattı?” cümlesine ise “Nemrûd” diyor. Küçük İbrâhim (as) orada durmuyor, bu sefer de, “Nemrûd’u kim yarattı?” diye sormaz mı; kadıncağız dehşet içinde kalıyor ve oğlunun ağzını eliyle kapatarak, “Aman sus!” diyor.
Zîrâ, Nemrûd zorba, Nemrûd Alláh’ın belâsı, Nemrûd kan içici! Hiç kimseyi konuşturmuyor! Kadıncağız da korkudan susmak zorunda olduğu gibi, oğlunun da hayâtını kurtarabilmek için susmasından başka yol göremiyordu…
İşte o kırk yaşının verdiği heyecan ve azímle ben de Bizans’ın duvarlarını zorluyor, hür bir şekilde konuşulması lâzım geldiğini anlatmak istiyordum. Tabulara veryansın ediyordum. Sonunda ise ister istemez rejimin “Sus!” duvarlarına tosladım. Açılan onlarca da‘vânın altı tânesi mahkûmiyyetle netîcelendi, bize kodes yolu gözüktü. İçeriye düştük ya, bizi avuçları patlayana kadar alkışlayan binlerce insânı orada göremez oldum. Bir avuç istisnâsı dışında, o binlerce insân bizi ne aradı, ne de sordu. Buz üstüne yazı yazmaya kalktığımızı anladım.
O günler artık geride kaldı. Zâten yaşımız da yarım asrı devirdi, eski heyecânımız söndü. Susmanın nasıl ehemmiyyet arz ettiğini tecrübe ile biliyorum, ama fıtratıma uymuyor. Sâdece yutkunarak lâfı çıkarmaya uğraşıyorum, sembollerle konuşmayı deniyorum, kırk dereden su getirerek bir hakíkati anlatmaya çalışıyorum. Zihinler iyice bulandığı, suyu bulandırmaya kalkan mihrakların güçlü propagandası altında duru düşünme imkânı bulamadığı için de îmâdan falan kimsenin anladığı yok. Bizde ise Don Kişot’luk dermânı kalmadı.
İbrâhim aleyhisselâm susmamıştı. Ölümü, ateşe atılmayı mütevekkilâne kabûl etmiş, ama susmayı kabûl etmemişti. O yüzden “Halîlulláh” oldu. Allah affetsin, biz artık yutkunmayı tercîh ediyoruz. Asrın despotlarının Nemrûd’dan farkı yok. Hoşlarına gitmeyeni Deccâl’ın Cehennem’ine atıyorlar! Eğer fâili meçhûller devreye girmezse…
Tamam, sustuk efendiler! Biz susunca ülke düzlüğe çıktı mı?
Vakit