Bize kitapların bildirdiğine göre, İslâm ulemâsı, hakkı hak bilip ittibaa ve bâtılı bâtıl bilip ictinâba çalışır ve halkı da bu değerlere çağırırmış. Günümüzde ise değerler alaborası başını almış gidiyor. Kitlelere “İslâm âlimi” diye tanıtılan öylelerini görüyoruz ki, kitlelerin hak bildiğine bâtıl boyası, bâtıl bildiğine de hak boyası çekiyorlar. Kafalar da karma karışık oluyor. Artısıyla eksisiyle
Rabbimin Kur’an’ından, Resûlü’nün haberlerinden, anladığım o ki; “her asırda bir gül’i Muhammedî (asm) açar, râyihâya hasret kalmış gönülleri yedi iklime yetecek has kokusu ile doyurur.” Lâkin, mayıs böceğinin gülle ne işi olabilir? Âlem gülle dolsa, onun işi illâ başkadır… “Her asır, ya bir peygamberin, ya bir velinin taht’ı riyasetinde barınır…” Nübüvvet bağının mührü vurulduğundan beri, o
Âlemlere rahmet olan Efendimiz (sav), insanların bâzı şeylerin kıymetini takdîr edemediğini, ancak ellerinden çıktıktan sonra uyandıklarını haber vererek ümmetini îkàz etmiş. Ne var ki, her çocuğun ateşi tanıması için illâ elinin yanması gerekir. Farkında olmadığımız o ni’met ne zaman elimizden çıkar, o zaman gözümüz açılır; lâkin ekseriya o ni’mete bir daha ulaşılmaz olur. Soluduğumuz havanın,
Şeyh Ahmed Yasin’in şehîd edilmesinden sonra bir telefon mesajı gelmişti. Önce şunu söylemeden geçemeyeceğim. Mesajı çeken arkadaş ismini de yazsa ne güzel olur. Biz artık yaşlandık, hâfızamız eskisi gibi güçlü değil. Numaraya bakarak isimleri tanıyamıyoruz. Bizi uğraştırmamak lâzım. Gelen mesaj şöyle idi: “Cihâdı terk eden bir ümmet zelîl yaşamaya mahkûm olacaktır. Bu yüzden zilletle yaşamaktansa
Allah affetsin, eskiden boy fotoğrafı çektirmenin haram olmadığını bilmezken bir hayli günâh depolamıştık. Geçenlerde bizim hâtun kişi onları karıştırırken, bir fotoğrafa iliştirilmiş küçük bir kâğıt parçası görmüş. Üzerindeki üç kelimeye ma‘nâ veremediği için bana saklamış. Şark seyahatimden dönünce gösterdi. On dört-on beş sene öncesine gittim. O yıllar bizim en hızlı yıllarımızdı. Yeni Nesil ve Yeni
Eskiden böyle değildi. Osmanlı zamânında papazlara “lâbis-i libâs-i katrânî” diyerek hakáret edilirdi. Seksen senelik eğitim sistemi öyle meyveler verdi ki, ülkenin Müslüman kesiminden dahi papaz ve hahamlara zeytin dalı uzatarak “hoşgörü ve dinlerarası diyalog” müntesibleri türedi. O vakit de o kara cübbeli haçlılar ,“lâbis-i libâs-i ebyâzî” (beyaz elbiseli) oldular! Çocuklukta hatırlıyorum, bir gâvurun güzel bir
Bu başlık, kıymetli kardeşim Hasan Karakaya’nın 8 Şubat târîhli yazısında bir ara başlık idi. Orada diyordu ki: “Çünkü, tabiat, ‘boşluk’ kabûl etmiyor!.. ‘Hoca’lardan boşalan yeri ‘loca’lar…‘Allah’tan boşalan kalbi ‘ilah’lar dolduruyor!.. Ve tabiî, ‘ibâdethâne’lerden boşalan yeri de,‘meyhâne ve kerhâne’ler!..” Elhâk doğrudur. Siz insanlardaki rûhî ihtiyâcları hîç kále almadan devlet eliyle İslâmı yok etmeye çalışırsanız, netîcede o
Kırk seneye yaklaştı, Şubat ayında Şarka seyahat yapmamıştım. Bir hasta ziyâreti vesilesiyle yollara düştük. Beyaz kefene bürünmüş vatan topraklarını seyrederek gidiyoruz. Otuz beş sene sonra yine bir Şubat sabahı Elâzığ’a vardık. Küçük bir kahvehânede çayımızı yudumlarken bir gazetede Cem Karaca’nın ölüm haberini gördüm. Ölmeden önce, “Beni alkışlarla değil, tekbirlerle gömün” dediği için olacak, bu sağ